Bir ülkenin, bir bölgenin, bir köyün tohumları doğanın çiftçisi ile birlikte sürdürdüğü alışverişin, üretim ve bereketin binlerce yıl süren başarısıdır.
Dededen toruna aktarılan bilgidir, kıymettir çoğu kez yazısı olmadan saklanan. İnsanoğlunun gelişim sürecine benzer tohumun serüveni. Büyük tufanlarda, kuraklık dönemlerinde bir kısmı kaybolsa da, yok olup gitmez; mücadeleyi kazandıkça güçlenir, boy verir, renk değiştirir. Bir geleneksel sevgidir köyün çeşmesi, kahvesi, tepesi gibi yerel tohumlar; hasat ile ambarlarda birikir ve bereketlenir her sene ekim zamanı. Doğanın dengesinde asıl olan verim veya bilimsel formüller değildir; biz insanoğluna düşen en büyük ödev olduğu gibi kabul etmek ve sürdürebilmektir.
Yerel tohumun bekçisi önce yerel çiftçimiz ve hepimiz olabildikçe, topraklarımız ve tüm doğa daha uyumlu çalışıyor, bugün ve gelecek için. Yerel tohumları, her dönem toplamak ve yeniden kullanmak, yerel çeşitliliğin sürekliliği için bir garantidir. Verimliliğe paralel bir dengede, doğal yaşama ve biyoçeşitliliğe esas oluşturan yerel tohumun bölgesel ortak bilinç ve geleneksel maneviyatla korunmasının ve bu yönde çiftçimizin ziraat mühendisleri teknik desteğindeki çalışmaların ‘sürdürülebilir temiz tarım’ ekonomileri yaratacağına şüphe yoktur.
Tohumculuk son derece stratejik bir sektör olarak (çölleşme etkisindeki ülkemizde, tohum konusunda da dışa bağımlılığın giderek artması sonucu, ‘açlık tehditi’ yakın bir gelecekte gündeme gelebilir) az sayıdaki uluslararası firmanın ticari kontrolünde, dünyanın büyük bir bölümünde tohum tescil ve sertifikasyon esasına dayanan benzer tohumculuk yasaları desteğinde ilerlemektedir.
Çiftçiye ‘en kolay ve ucuz’ seçenek olarak sunulan endüstriyel (kısırlaştırılmış ancak farklı avantajlara sahip olduğu iddia edilen türler) tohumların ekonomik özgürlüğü büyük oranda kısıtlayan ve çevre açısından bakıldığında biyoçeşitliliğe vurulan darbe olarak, aynı zamanda politik desteklerde tarımsal üretimde kullanımının büyük bir hızla arttığını görmekteyiz.
Dünyadaki genel nüfus artışı, tüketim alışkanlıkları, yaşanan kürel iklim değişikliği ve buna bağlı oluşan afetlere bağlı olarak yerel tohumlar ile elde edilecek ürünlerin gezegenimizi artık besleyemeyeceği ve alternatif çözümler oluşturmanın kaçınılmaz olduğu iddia ediliyor. Yerel tohumların binlerce yıllık doğal seleksiyon ve ıslahı ile ulaşılan (doğal) verim artışına rağmen, GDO (transgenik) tohumların vazgeçilmez bir çözüm olarak sunulması mevcut tüm sorunların ötesinde, çevre ve sağlık açısından bilinen ve bilinmeyen birçok yeni riskleri de beraberinde getirmekte.
Tohumların patentlenirken, GDO’ların tozlaşma yoluyla doğal tohumların da DNA yapısında farklılık yaratabilmesi, yerelliğine saygılı ve temiz tarım uygulamaları için çaba gösteren çiftçileri bile çaresiz bırakırken, tüm dünyada küçük çiftçi örgütlerinin yükselen ortak sesiyle mevcut yasa ve yönetmeliklerin (geleneksel yönde) revizyonu için somut adımlar oluşmaktadır. Ayrıca bazı organizasyonların yürüttüğü organik nitelikli tohum takasları, çok uluslu endüstriyel yaklaşımların karşısında önemli bir model oluşturmaktadır.

Bayramiç - Kaz Dağı

14 Mayıs 2008 Çarşamba

iyilikguzellik.com 'dan alınmıştır:

Son günlerde gazetelerde birbiri ardına tohumlarla, bitki gen kaynaklarıyla, bunların ticaretiyle ilgili haberler okuyoruz. Bir yandan Norveç’te ücra bir adadaki mağaralarda Avrupa “Nuh’un Ambarı” dediği bir tohum bankası oluşturuyor. Bir yandan, ülkemize özgü gen kaynaklarının yurtdışına kaçırıldığı, burada yabancı biyoteknoloji şirketlerince sahiplenilerek patent alındığını okuyoruz. Başka bir yanda yabancı tohum şirketleri genleriyle oynanmış tohumları ülkemize dayatmak istiyor. Bunlar parça parça gördüklerimiz. Fitoterapi (bitkilerle tedavi) alanında en önemli akademisyenlerimizden Prof. Dr. İbrahim Adnan Saraçoğlu’na, bu küçük gibi görünen detayların aslında ne anlama geldiğini sorduk. Sayın Saraçoğlu’nun aktardıkları şöyle:

“Bu olayı sadece tarım açısından ele almamak lazım. Ancak geniş bir açıyla baktığımız zaman sonuçlarının neler olacağını görebiliriz. Yoksa tek başına bir hibrit tohumdan, transgen tohumdan veya biyoteknolojiden, gen teknolojisinden bakarsak olayın ne olduğunu değerlendirmemiz çok zor olur. Ve, tehlikenin boyutlarını da anlayamayız. Bu konuda tartışan bilim adamları da sizi yanıltmış olur. Çünkü olaya objektif, geniş açılı olarak bakılması lazım. Şimdi bununla neyi kastediyorum?

Bakın artık günümüzde teknoloji alındığı zaman çok dikkatli alınması gerekir. Çünkü günümüzün teknolojisi kendimize çevirdiğimiz bir silah haline gelmiştir. Peki kendimizi teknolojiye karşı nasıl koruyacağız, onu öğrenmemiz lazım.

Dünyayı çok büyük felaketler bekliyor!

Bütün bu söylediğiniz “Nuh’un Ambarı”, transgen tohumlar, hibrit tohumlar ve bu konsept altında tartışılan bütün konularda Türkiye bu olayların neresinde ve kendisini nasıl koruyabilir? Ben bugün şuna inanıyorum, Türkiye hakikaten treni yüzde 80 kaçırmış durumda. Evet, maalesef bu çok acı bir gerçek. Nedir şimdi buna bakalım.

Bakın, fizikle hesap yaptığınızda Dünya yaklaşık olarak 6,5 milyar yaşında ve ömrünün yarısını doldurmuştur. Daha önünde 6,5 milyar yıl daha var demektir. Belki bu sevindirici bir şey gibi gözüküyor ise de, fiziksel yaptığınız hesapla böyle. Ama bu hesabı kimyayla, biyolojiyle, mikrobiyolojiyle, biyoteknolojiyle, moleküler biyolojiyle, gen teknolojisiyle bu hesabı yaptığınız zaman dünyayı çok büyük felaketler bekliyor!

Şimdi Türkiye’nin bir tek kendisini düşünmesi de yeterli değil. Mesela, Çernobil. “Aaa, bizde nükleer santral yok veya bize zararı olmaz” diyorlar. Nasıl olmaz? Çernobil’den bütün Avrupa, bütün dünya olumsuz etkilendi. Yani komşuda olan bir olay artık bu global teknolojide bütün dünyayı etkiliyor.

Türkiye’nin ayrıcalığı

Ancak Türkiye’nin çok ama çok önemli bir yeri ve ayrıcalığı var. Nedir bu?
Bakın, dünyanın 6,5 milyar yaşı olduğunu söyledik, daha önünde bir 6,5 milyar yıl var dedik. Dünya oluşumundan bu yana geçmiş tarihine baktığımız zaman dört tane çok önemli buzul devri yaşamıştır. En son yaşanan 4. Buzul Devri yaklaşık olarak 100 bin yıl sürmüştür. 18 bin yıl önce de tamamlanmıştır. Kuzey kutbundan Londra’ya kadar yatay bir çizgi çizin. İşte Fransa, Avusturya, Azak Denizi, bütün bu çizgi buzullar altındaydı.
Ancak, Anadolu toprakları 4. Buzul Devri’ni yaşamadı. 2.500-3.000 metreye kadar olan yükseklikler bu buzul dönemden etkilenmiştir. Ama 2.500 metrenin altında Anadolu toprakları 4. Buzul Devri’ni yaşamadı. Bu ne demektir? Bu, bitki florasında 100 bin yıllık evrimini tamamlama sürecini Türkiye’ye kazandırmıştır. Yani biz tohumda, bitki örtüsünde bayrağı 100 bin yıl önden koşarak takip ettik. Anadolu toprakları Allah’ın Türk insanına lütfudur. Buradan bu sonuç çıkar.

Anadolu’daki bitkiler 100 bin yıl daha fazla süre evrimini tamamlayarak kendilerini geliştirmişlerdir. Burada “evrimini tamamlama” derken Darwin’in “evrim teorisi”nden bahsetmiyorum. Ne demek istediğimize bir örnek verelim: Beyaz lahana, karnabahar ve brokolinin hepsi aynı familyadır. Fakat evrimini tamamladıkları için bu ürünler kırmızı lahana olarak, kara lahana olarak, karnabahar veya brokoli olarak en mükemmel şekilde birbirini tamamlamıştır. Başka bir örnek vereyim: Soğan, sarımsak ve pırasa. Bunlar da aynı familyadır. Bunların, tohum aşamasından sonra topraktan çıkmaya başladıkları zaman ilk 15-20 günde filizlerinin tadına bir bakın. Hiç birini diğerinden ayırd edemezsiniz. Şu pırasadır, şu soğandır diyemezsiniz çünkü tadı aynıdır. Bunlar gelişmeye başladıkları zaman, aradan birkaç ay geçtikten sonra bu pırasadır, bu soğandır dersiniz.

Anadolu bitkilerimiz, tıbbi aromatik bitkilerimiz de böyledir. Anadolu’da yetişen, Osmanlı’nın otacı kültüründeki tıbbi aromatik bitkilerimiz dünyanın hiçbir yerinde yetişenleriyle aynı değildir. Sebep, bizim 100 bin yıllık faz farkımızdır. Anadolu toprakları bu 100 bin yıl süren buzul çağını yaşamadığı için bitkilerimiz evrimini en mükemmel şekilde tamamlamıştır. “Alchimilla vulgaris”, “Leontice leontopetalum” gibi bitkiler dünyanın birçok yerinde var. Ama Türkiye’dekinin yerini hiçbiri dolduramaz.

Soyu kesik tohumlar!

Şimdi gelelim bu tohum meselesine. Bakın, günümüzde yapılan tarımda büyük alanlara ihtiyaç vardır. Eskiden 100 dönüm, 200 dönüm, 300 dönüm domates ekiliyordu. 500, bin dönüm salatalık, biber ekiliyordu. Ama şimdi bütün bunlar, seracılık adı altında çok küçük alanlarda ve zorlaştırılmış tarımla, yani hormon ilave edilerek, doğal güneşten nasibini almadan, toprağın mikrobiyolojisini ve kimyasını zorlandırılmış şartlarda değiştirerek üretilmeye başlandı. Yani Türkiye’de doğal tohumculuk, doğal ürünler maalesef artık yok!

Tohuma baktığınız zaman, evrimini en mükemmel şekilde tamamlamış olan doğal tohumlarımız var. Hibrit (melez) tohumlar var, ki ben bunlara ebter (soyu kesik) tohum diyorum.
Doğrudan genleriyle oynanmış transgen tohumlar var. Ebter (soyu kesik) tohum derken şunu kastediyorum: Özellikle gen teknolojisinin hayatımıza kattığı şeyler hep kısır olan ya da kısırlaştırma özelliğine sahip maddeler. Hepsi ‘ebter’ yani. Bugün, gen teknolojisiyle elde edilen ve sofralarda tüketilen domatesin, salatalığın tohumunu alamıyorsunuz. Hepsinin soyu kesik. Genleriyle oynanmış çünkü. Bu sebzeleri tüketenlerin sağlıklarının nasıl etkileneceği de bilinmiyor.

Çocukluğumda babam bana 15 kuruş verirdi, 3 tane ekmek alırdım. Eve gidene kadar yarım ekmeği yerdim. Bu kadar mükemmel bir tadı vardı. Bugün ben ekmek yemiyorum. Tadı yok, ve sağlıklı da değil.

Şimdi domates, doğal domates, evrimini tamamlamış doğal tohumdan elde edilen domates kalp büyümesine (kardiyomiyopati), makula dejenerasyonuna bağlı göz bozukluğuna ve kalbin dıştan yağ bağlamasına karşı Allah’ın bir mucizesidir. Ancak hibrit (melez) veya transgen tohumlarla elde edilmiş domateste bu özellik yoktur! Domatesle ilgili olarak bir başka gerçek de şu, ebter tohumlardan elde ettiğiniz domateslerin tekrar tohumunu alamıyorsunuz. Burada biz yurtdışına bağımlıyız. Bunun da en büyük satıcısı İsrail’dir. İnsan sağlığı için, insan metabolizması için, bağışıklık sistemimiz için gerekli olan etkin maddeler artık bu domateslerin içinde yok. İşi artık o kadar abarttılar ki, domates domates gibi kokmadığı için artık bu melez tohumlu domateslerin üzerine domates kokulu spreyler sıkılıyor. Çok acı bir gerçek bu!

Eskiden annem mutfakta bir salatalık soyduğu zaman kokusu taa salonun öbür ucundan duyulurdu. Ve dört beş tane salatalığı yerdik, doya doya. Şimdi bunlar da almadı. Türkiye’de hızlı bir şekilde yok olan çavuş üzümünden tutun, Çankırı eriğine kadar, hepsi maalesef yok olmaya mahkum oldular. Bizim elimizde artık sırık domates yok, Washington domates tohumları yok. Hızlı bir şekilde dışa bağımlı hale geldik.
Biliyor musunuz, 1 kilo melez (ebter) domates tohumu 1 kilo altından daha pahalı. Ama genetikçilere soracak olursanız “biz açlıkla savaşıyoruz” derler. Fakir ülke insanları bu kadar pahalı domatesi nasıl alacaklar? Bu yanlış bir savunma…

Tıbbi bitkilerimizin ihracatı durdurulmalı

Tekrar konumuza gelelim. 6 Nisan tarihli, ülkemizin en yüksek tirajlı gazetesi Hürriyet’te iç sayfaların birinde şu başlık var: “Türkiye’nin 3 bin tür tıbbi bitkisi yurtdışına sunulacak”.
Dokunulmadık bir o kalmıştı! Yabancı bir şirket geliyor ve Türkiye’nin evrimini tamamlamış, insan sağlığı için birinci derecede önemli olan bu bitkilerini yurtdışına pazarlamak istiyor. Belki bu pazarlama iyi bir sunum ama memleketimiz için çok büyük kayıptır. Bu bitkiler bize lazım! Yürürlükte olan yasalar hızlı bir şekilde uygulamaya geçirilmeli, devlet müeyyidesiyle bu bitkilerimizin ihracatı durdurulmalıdır. Önlem alınmalıdır.

Kıymetini yabancılar biliyor

Avrupalı bir lise öğrencisi doğaya çıktığı zaman Latince ismiyle beraber en az 50 çeşit bitkiyi bilir, size de gösterir. Bizde ise, bunlara sadece ot denir, geçilir. Bizler bu konuda Allah’ın lütfu olan bu bitkilere karşı cahil ve namütenahi (yani sınırsız) eğitimsiz bırakıldık. Onun için, bize lazım değil, bizim için bunlar ot, ama yabancılar için muhteşem bir tedavi edici, önleyici güç!
(iyilikgüzellik’in notu: Prof. Dr. Saraçoğlu’nun Tıbbi Bitkiler Rehberi adlı kitabı bir aya kadar çıkacak. “Kanseri Önleyebilmek” kitabı üzerinde çalışmaları devam ediyor fakat tıbbi bitkilerimizin kaybolup gitmesinden dolayı bu kitabı öncelikle hazırladığını ifade ediyor.)

Artık tedavi yok!

Konunun başında da söyledim, bütün bunlara çok geniş açıdan bakmak zorundayız.
Bugün ülseratif kolit, kanser, Crohn, romatizma, şeker hastalığı (diyabet), romatoid artirit, romatizma, lupus, ALS, motor nöron, hepatit, bunların hiçbirinin tedavisi yok. Hayatınız boyunca ilaç sanayiinin önermiş olduğu ilaçları kullanmakla yükümlüsünüz.
Tedaviden anlaşılan şey, belli bir müddet, hekimin size verdiği ilaçları kullanarak o hastalıktan kurtulmanız anlamına gelir. Bugün için artık tedavi yok. Sadece ve sadece günü geçirmek var.

İlaç harcaması kalkınmaya engel

İşte bu, Türkiye’nin kalkınması için gerekli olan para kaynaklarını ilaca yatırması, belini doğrultamamasıdır. Ne askeri harcamalar, ne teröre karşı olan mücadele Türkiye’yi yıpratacak bir harcama değildir. Türkiye’yi yıpratan, kalkınmasının önündeki en büyük handikap ilaca yatırılan paradır.

İnsanlar son nefesine kadar kemoterapi ilaçları, radyoterapi, şeker, romatizma, hipertansiyon ilaçları ile günü geçirmek mecburiyetinde kalmışlardır. Burada amaç, demin de söylediğim gibi, tedavi değil, günü geçirmektir.

Önleyici ve koruyucu tedavi okullarda ders olmalı

Ama bugün, bizim şifalı bitkilerimizle, tedavi edici gücü olan bitkilerimizle, bu yukarıda saymış olduğum bütün hastalıklar önlenebilir ve biz bunlara karşı korunabiliriz.
Bu konuda, ilkokuldan itibaren, ortaokul, lise ve üniversitelerde önleyici ve koruyucu tedavinin ne olduğunu gençlerimize anlatmak zorundayız. Bu dersi, haftada bir ders olarak, her vatandaşın alma mecburiyeti olmalı, bu da T.C. devletinin vazifesi olmalıdır. Romatizma, şeker hastalığı, hipertansiyon, bunlar hep önlenebilir hastalıklardır. Eskiden, eskiden dediğim de daha 30 yıl öncesine kadar, bir mahallede veya bir köyde şeker hastası olan bir kişi, bilemediniz iki kişi olurdu ve herkes de onları tanırdı. İşte, Ali Efendi ile Hasan Efendi şeker hastası diye bilinirdi. Şimdi, bu hastalıklar hızlı bir şekilde yayılıyor. Neden? İşte bu zirai ilaçlar, hormonlu besinler, katkılı besinler, kullandığımız cep telefonları da buna dâhil olmak üzere, insan sağlığını, insan metabolizmasını olumsuz etkileyen faktörlerdir.

İşin ekonomik boyutu

Bunun nasıl sonuçları oluyor? Almanya’ya bakarsak sadece romatizma tedavisi için bir yılda harcanan para 25 milyar dolardır. Hepatite karşı yılda 25-30 milyar dolar harcarlar. Kalp-damar rahatsızlıklarına harcanan para ise 100 milyar doların üzerindedir.
Türkiye’de ise tüm sağlık sektörüne ayrılan para 14 milyar dolardır. Bu paranın yüzde 80’i ilaç ve alet-edavat alımına gider. Alet derken, röntgen, ultrason, renkli doppler, ekokardiyografi cihazları alınır. Geri kalan yüzde 20 ile hekim ve hemşirelerimizin maaşı ödenir, az bur kısmı ile bina yapılır.

Şimdi başka bir konu, Türkiye’de birçok insan hepatit B ve C hastasıdır. Tedaviye muhtaç yüzde 1 insan var, yani 700 bin kişi var. Hepatit için gerekli olan bir yıllık tedavi (ki biz buna interferon tedavisi diyoruz), 52 bin dolardır. 52 bin dolarla 700 bini çarptığımız zaman karşımıza çıkacak olan rakam 36 milyar ABD doları. Bizim sağlık bütçesine ayırdığımız toplam para nedir? 14 milyar dolar. Oysa bunun birkaç katını bizim sadece hepatit için ayırmamız lazım.

Delikanlılarda bile sperm sayısı düşüklüğü görülüyor

Türkiye genç nüfusuyla övünüyor. Bu doğrudur, ancak bugünkü doğal olmayan beslenme, artık doğal olmayan çevre şartları, doğal olmayan yaşam biçimi hastalıkların yayılmasında birinci derecede etken hale gelmiştir. İleri yaş hastalıkları orta yaşa, orta yaş hastalıkları da genç yaşa inmiş durumda. 15-16 yaşlarındaki genç kızlarımızda polikistik over ve adet düzensizlikleri çoktan başladı. Genç erkeklerde, delikanlılarda sperm sayısındaki düşüklük görülüyor. Ülseratif kolit, Crohn hastalığı, şeker hastalığı orta yaşın altına inmiş durumda.

5-6 yıl sonra övündüğümüz bu genç nüfusumuzun hızla yayılmakta olan hastalıklar karşısında bir kaosa sürükleneceğimiz gerçeği de göz ardı edilmemelidir. Burada, bilinmesi gereken şey, ilaç sanayiinin hedefi tedavi etmek değildir. Hastayı yaşamı boyunca bu ilaca mahkum etmektir.
Yukarıda yaptığımız hesapların ışığında Türkiye’nin belini büken, kalkınmasının önündeki, ülke ekonomisinin önündeki en büyük engel sağlıktır. Türkiye bir an önce önleyici ve kuruyucu hekimliği öğrenmelidir. Halkımızın bu eğitimi alması, devletimizin bu eğitimi vermesi şarttır.
Aksi takdirde, Türkiye sağlık sektöründe büyük kaosların kapısını açmış durumda. Hızlı bir şekilde doğal tohumlarımızı tekrar geri kazanmamız lazım. Anadolu toprakları bunun için yeterlidir.

Transgen tohumlar kötü amaçlar için kullanılabilir

Türkiye’nin transgen tohumlara, hibrit tohumlara karşı duyarlı olması lazım. Çünkü günümüzde bunlar kötü amaçla da kullanılabilir. Çünkü bu tohumların içlerine hastalık genleri yerleştirilebilir. Bunun örneği transgen mısırdır. Transgen mısırın içinde ne var? Genetik yapısının içerisinde mısır püskülünden giren paraziti yok edici zehirli gen var. Güya bu insana zarar vermiyor. Bunun sonuçlarını ileri yıllarda alacağız. Demek ki, genleriyle oynanmış tohumlar kötü amaçlı olarak kullanılabilir.

Melez tohumlar bağışıklığımızı zayıflatıyor


Melez tohumlardan elde edilen ürünlerle doğal tohumlardan elde edilmiş ürünler arasında insan sağlığı açısından çok büyük farklar vardır. İşte örnek verelim, domateste bunu bulamıyorsunuz. Yani, melez tohumdan elde edilen domatesin içinde kalp büyümesine karşı, makula dejenerasyonuna karşı ve kalbin dıştan yağ bağlamasına karşı önleyici ve tedavi edici etkin güce sahip maddeler yok. Neden? Evrimini tamamlamamış bunlar, ebter tohum, melez tohum. O tedavi edici özellikler yok bunlarda; ancak o doğal tohumlarda var. Ve biz bu doğal tohumlarımızı kaybettik…

İnsanlar melez tohumlardan elde edilen ürünleri tükettikleri zaman arzu edilen etkin maddeleri tüketemedikleri için, alamadıkları için bağışıklık sistemleri de güçlü değil. Onun için hastalıklar bu kadar hızla yayılıyor. Her şeyi hormona, zirai ilaca ve katkıya bağlayamazsınız. Bu melez tohumların içerisindeki en önemli handikap etkin maddelerin olmayışıdır. Bu ancak doğal tohumlarda var.

Transgen polenler doğal türleri de bozuyor!

En önemli şey, şimdi bu “ebter” (melez) tohumlar, transgen tohumlar kullanıldığı zaman bunlar çiçek açıyor. Ve bu çiçeklerin polenleri çevredeki diğer bitkilerle yapay geçiş yapmaktaır. Biz buna “horizontal transition” diyoruz. Dolayısıyla doğal türlerin de bozulmasına neden oluyor.
Bu doğanın içerisinde var. Mesela bir papatyaya bakarsınız. Yapraklarından birinin üzerinde kırmızı veya kahverengi doğal bir leke vardır. Neden? Çünkü o çiçek açma döneminde yabancı bir polen onu döllemiştir. Oradaki renk kromofor genini aldığı için başka bir kırmızı çiçeğin geni ona transfer olmuştur.

İşte melez tohumlar ve transgen tohumlar gerek toprağı, gerek topraktaki mikroorganizma florasını, gerekse de doğal tohumların türlerinin genetik yapısını modifiye eder ve bozar. Bu çok önemli!

Hiç yorum yok: